27 Ocak 2017 Cuma

Hayme Ana

Hayme Ana , üç kıta yedi iklimde cihanşümûl bir Türk devletinin kurucusu olan Ertuğrul Gazi’nin annesi, Osman Gazi’nin babaannesidir.. Türk tarihinde çok önemli şahsiyetlerden birisi olan Hayme Ana, dünyada yaşayan bütün Türklerin cefakar, fedakar anasıdır ve Türk kadınları için en büyük simgedir. 
Oğlu Ertuğrul Gazi’nin ve torunu Osman Gazi’nin yetişmelerinde emeği olan Hayme Ana, onları geleceğe hazırlayarak devletin temelini atmış, dünya tarihinin seyrinin değişmesine tesir etmiştir. O, Osmanlı Devleti’nin ilk harcını atan Devlet Ana’dır. Hayme Ana’nın tarih içinde gördüğü fonksiyon pek az anneye nasip olmuştur. 


Türkmenistan’ın Horasan bölgesinden yola çıkarak 3500 kmlik bir yürüyüşle, önce Ahlat’a sonra Suriye-Halep’e  
1224 ulaşan Kayı Boyu’nun beyi Gündüzalp’in (Süleymanşah) Fırat nehrini geçerken boğulması üzerine aşiretin başına Hayme Ana geçmiştir. Güçlü kişiliğiyle liderliği eline alarak Kayı boyu üzerinde nüfuz sahibi olan Hayme Ana, uzun bir yolculuktan sonra aşiretini Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’ın ikta olarak verdiği Ankara’nın Karacadağ bölgesine, daha sonra Domaniç ve Söğüt’e selametle yerleştirmiştir. Hayme Ana, Kayı Boyu’nun çıktığı bu uzun yolda karşılaştığı savaşlarda cengaverliğiyle yer almıştır. Hayme Ana’nın idaresindeki Kayı Boyu’nun Domaniç’e kadar uzayan yolu, bir cihan devletine uzanmıştır. 


  Moğol saldırısından rahatsız olan aşiret , buradan güneye doğru ilerleyerek bugünkü Suriye topraklarına varırlar. Gündüz Alp ,Fırat Nehri’ni geçerken atının tökezlemesi sonucu düşer ve boğulur. Gündüz Alp’in oğullarından ikisi Sungur Tekin ve Gündoğdu bu olayı uğursuzluk sayarak geri dönerler. Diğer kardeşlerden Ertuğrul henüz 12 yaşında , Dündar ise daha küçüktür. Aşiretin ileri gelenleri törelere uyarak Gündüz Alp’in eşi HAYME ANA’yı aşiretin başına geçirirler. Aşireti kocası ile beraber idare ettiği için engin bilgi ve tecrübeye sahiptir. 400 çadırlık aşireti ile Anadolu’ya geçer.






Burada Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat , aşireti Ankara civarında Karacadağ eteklerine yerleştirir. Hayme Ana , aşireti ile uzun zaman orada kalır. Yöreye kendi adı (bugünkü HAYMANA) verilir. Oğlu Ertuğrul’u büyütür ve yetiştirir. Aşiret reisliğini ona devreder. Genç aşiret reisi Ertuğrul , Selçuklular safında savaşlara katılır ve büyük kahramanlıklar gösterir. Ertuğrul’a Beylik ünvanı verilir ve Uç Beyi olarak batıya gönderilir. Ertuğrul Gazi liderliğindeki Kayı Aşireti Söğüt’ü kışlık , Domaniç Yaylası’nı yazlık olarak kullanmaya başlar. Hayme Ana torunlarının yetişmesi için çalışmaktadır. Özellikle Osman Gazi’nin bakımı , yetiştirilmesi Hayme Ana’ya kalmıştır. Yayladaki çamlarda beşik kurarak Osman’ı sallar ona ninniler söyler.
Yöredeki Beşik Çamı diye anılan çam , Domaniç İlçesi’ne bağlı Domur Köyü’ndedir. Ömrünü tamamlayan Osmanlı İmparatorluğu ile kaderini birleştirmişçesine yerde cansız yatmaktadır.
Hayme Ana bir yayla dönüşü Çarşamba Köyü’nde vefat eder.

Diriliş Ertuğrul

TRT 1 e teşekkürler ediyoruz.Diriliş Ertuğrul gibi dizilerin sayesinde tarihimiz hakkında genel bilgi sahibi oluyoruz ve tarihimize sempati uyandırıyor.tabi ki diziler birebir yansıtmıyor her şeyi ama genel bir aydınlık sağlıyor.günümüzden 1 yıl önceleri belkide Osmanlı imparatorluğunun kurucusu Osman beyin babasını bilmiyorduk değil mi.bu nedenle TRT1 kanalını çok takdir ediyorum.teşekkürler trt .Diriliş Ertuğrul d,z,s,nden birkaç fotoğraf yolluyorum sizlere.

Diriliş ErtuğrulDiriliş ErtuğrulDiriliş ErtuğrulDiriliş Ertuğrul

Diriliş Ertuğrul


Diriliş Ertuğrul


26 Ocak 2017 Perşembe

Süleyman Şah Biyografi

(Hayatı – Biyografisi)
Osmanlı Türkleri, Oğuzların Bozok kolundan Kayı boyuna mensupturlar. Kayıhan, Günhan’ın oğludur. Kayı kelimesi ise dağdan inen sel, tipi, çığ manasına gelmektedir.

Oğuzlar, Oğuz Han’ın neslinden gelen en temiz bir soydur. Bunlar Müslümanlığı kabul edince, Türkmen adıyla adlandırılırlar. Türkler, Avrupalı kavimler gibi beyaz ırka mensupturlar. Moğollarla katiyen bir alakaları yoktur. Oğuz Türkleri beyaz tenli, kumral saçlı, ela gözlü, kuvvetli vücutlu yüksek ahlaka sahip insanlardır. Hürriyet ve istiklallerine aşık bir millet olduklarından, tarihin hiçbir devrinde, esaret boyunduruğuna girmemişlerdir.
Süleyman Şah Biyografi 
Oğuzların cihan tarihinde devletleri 3000 yıldan beri devam etmektedir. Oğuz Türkleri, Hun Türkleri, Göktürk İmparatorluğu, Selçuklu İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere devamlı olarak dört büyük imparatorluk kurmuşlardır. İlk üç imparatorluğu Çinliler ve Moğollar, daimi akınlarıyla yıkınca bu defa Oğuz Türkleri Osmanlı İmparatorluğunu kurdular.

Osmanlı Devleti’ni kuran Türklerin atası Kayaalp oğlu Süleyman Şah’tır. Osmanlıların Oğuz Han’a kadar şu silsilenameleri eski yazma tarihlerde kayıtlıdır. Osman Gazi’den itibaren Ertuğrul, Süleyman Şah, Kayaalp, Kızılboğa, Baytar, Iğla, Kutluğ, Doğan, Kaytun, Sungur Tekin, Bakı, Sunka, Yakı Timur, Basak, Göktürk, Oğuz Han, Kara Han olmak üzere şecereleri devam etmektedir. Bu şecere 155 batın olarak kabul edilmektedir.

Osmanlı Oğuz Türklerinin ana yurtları Orta Asya’da bulunan Tanrı Dağı yöresi idi. Bu üst yurda Türkler ‘Günortaç’, doğu taraflarına ‘Hatay’, batı taraflarına ‘Horasan’, kuzeylerine de ‘Kıpçak’ illeri denilirdi. Bütün yurtlarının tümünde de ‘Turan’ ülkesi adını vermişlerdi. İstiklal ve hakimiyet mefkurelerinin adı da ‘Kızıl Elma’ olup, müstakbel bir vatanın ideali idi.

Türk dilini konuşan bütün oba, oymak ve boylara genel olarak Türk derlerdi. Türk kelimesi, kuvvetli ve güzel manasına gelmektedir. Oğuz kelimesi ise kutlu kabileler manasınadır. Asil soydan gelen Oğuzlara Budun dillerini konuşan ve kültürlerini kabul eden kavimlere de Ulus derlerdi. Budun’lara Akkemik, Ulus’lara da Karakemik adı verilirdi.
Türkler ana cevherin muhafazasına çok dikkat ederlerdi. Çünkü devlet kuran, hakimiyet sağlayanlar asil kanı taşıyanlardı. Hakimiyetlerine aldıkları kavimlerle kan bağından çekinirlerdi. Fakat onları dinlerinde ve dillerinde serbest bırakırlardı.

Hükümdarlık, kumandanlık, idarecilik yalnız Türklere verilir, diğer kavimler yalnız ticaret işlerinde serbest bırakılırdı. Bütün tarih boyunca varlıklarını, dillerini muhafaza etmekle koruyabilmişlerdir.

Orta Asya’da bir kol olarak yaşayan ve beyaz tenli olan Türkler, Asya kavimlerinin en medenîsi ve ahlakça da en üstün birer Asya centilmeniydiler. Türklerin güzelliklerine bütün Asyalı kavimler hayrandırlar. Türkmen güzeli ilahi bir güzellik sembolüdür.

Türklerin ilk büyük devletini Günortaç elinde Oğuz Han kurdu. Bu devlete Hun İmparatorluğu denildi. Fakat bu devlete Oğuz Devleti demek daha doğrudur. Bu devlet Kore’den Hazar Denizi’ne kadar geniş topraklarda 26 devleti idaresine aldı. Fakat bu imparatorluk Çinlilerin tazyiki ile yıkıldı.

Bu devletin yerine VI. Asırda ‘Bumin Han’, Göktürk İmparatorluğunu kurdu. Bunlar, ilk öz Türkçe kitabeler bırakan bir Türk kavmidir. Bu dikili taşlara Orhun Kitabeleri adı verilmektedir. Bu devleti de Çinliler yıktılar. Fakat Göktürklerin bir kolu olan Uygurlar bir devlet kurarak, Türk hakimiyet ve medeniyetini devam ettirdiler.

Uygurlar dünyada ilk defa matbaayı icat eden ve kağıdı bulan bir Türk kavmidir. 840 tarihinde Uygurların tazyiki ile Oğuzların büyük kitleleri Horasan iline yerleştiler. Bu bölge Seyhun ve Ceyhun nehirleriyle Hazar Denizi arasında kalan arazidir. Araplar bu bölgeye Maveraünnehir adını vermişlerdir. Oğuzların bir kısmı Rusya ovalarını aşarak Balkanlara ve bir kısmı da Bizanslılar zamanında Anadolu’ya geldiler. Fakat bunların hepsi Hıristiyanlığı kabul ettiler.

Ancak balkanlara yerleşen Oğuzlar; Bulgarlar, Sırplar ve Boşnaklara karıştılar. Horasan illerine yerleşen büyük Oğuz kitleleri göçer evli olarak yaşıyorlardı. Araplar Horasan illerini istila ederek bu zengin ülkeyi yağmaya koyuldular. Oğuz Türkleri Araplara hakim olmak emeliyle X. asırda kütleler halinde Müslümanlığı kabul ettiler.

Artık Oğuz Türkleri; Güneş, Ay ve Çobanyıldızı’na ibadet edilen Şamanizm dininden İslam dinine girdiler. Cenab-ı Hakkın birliğine Hazret-i Muhammed’in elçi olduğuna ve Kur’an-ı Kerim’e inandılar.

İşte bu Müslüman Oğuzların ‘Kınık’ kabilesi başbuğlarından Selçuk Han, Selçuklu İmparatorluğunu kurdu. Ön Asya ve Avrupa siyasi tarihinde büyük roller oynayan Müslüman Türklerin hakimiyeti meydana geldi. Selçuklu İmparatorluğu Horasan, İran, Arabistan ve Anadolu’yu fethederek, büyük bir Müslüman imparatorluğu oldu. Selçuklu Türkleri, Arap kavimlerine hakim olmakla beraber, Müslümanlık adına Avrupa kıtasından gelen Haçlı ordularıyla çarpıştılar. İran ve Anadolu’da yüksek bir Türk medeniyeti meydana getirdiler. Nihayet Selçuklu Devleti, XIV. asrın başında Moğolların tazyiki ile yıkıldı. İşte bu devletin yerine de Oğuzların bir kolu olan Kayhan kabilesi Osmanlı İmparatorluğunu kurmağa muvaffak oldu.

Oğuzların Kayihaniler kabilesi, Horasan ilinin Mahan ovasında bulunan Merv şehri dolaylarına yerleşmişlerdi. Kayihaniler birçok oba ve oymaklardan oluşan büyük bir Oğuz aşiretiydi. Bunlar göçebe değil, göçer-evliydiler. Yani bu aşiret tam teşkilatlı bir seyyar site halinde bulunmaktaydı.

Oğuzların sosyal bünyeleri üçe ayrılmaktadır. Bir kısım Oğuzlar toprağa bağlı çiftçiler, ikinci büyük kısım ise sürü sahibi yörükler, bir kısmı da muhtelif sanat kollarıyla meşgul olan sanatkar Türklerdi. Sanatkarlar ve esnaf kısmı ahîlik teşkilatına bağlıydılar. Bu aşirette ayrıca ‘Horasan Erenleri’ denilen alimler ve ‘Başbuğ’ denilen kumandanlar da bulunmaktaydı.

Oğuzların başında Han dedikleri devlet reislikleri bulunmaktaydı. Han olabilmek için ana ve babanın Türkmen olması lazımdı. Türk babadan gelen şehzadelere ‘Tekin’, Türk anadan gelen han kızlarına da ‘İnal’ denilirdi. İşte ancak bu töreye uygun olanlar han veya hakan olabilirlerdi. Bu gelenek Osmanlı Türklerinde Kanuni Sultan Süleyman’a kadar devam etti. Bu Oğuz aşiretinde birçok da saz şairleri vardı. Bunlara ozan adı verilirdi. Ellerindeki sazlarına da Kopuz denilirdi. Ozanlar milli günlerde Oğuzname’den parçalar okurlardı. Milli bayramlarına da Şölen adı verilirdi; o gün yemek yenir ve kımız içilerek eğlenilirdi.

Horasan ilinde Selçuklulardan sonra Harzemşahlar saltanat sürmüşlerdi. İşte, o zamanlar Kayıhan aşiretinin başbuğu Kayaalp oğlu Süleyman Şah idi

Kayihaniler, Mahan ovasında mesut yaşıyorlardı. Fakat Orta Asya’da devlet kuran Moğol Han’ı Cengiz; büyük bir ordu ile bütün batı Türkeli’ni istila etti. Harzemşahlarla kanlı savaşlara girişti. Türk Ellerinin zengin şehirlerini yağma edip halkı işkencelerle katle başladı.

Şerefname adlı tarihte şunlar yazılıdır:

‘Osmanlılar; Selçuklular gibi Oğuzlara mensuptur. Bunlar Horasan’dan Anadolu’ya gelmişlerdir. Bunların bu tarafa gelişlerindeki sebep, Cengiz Han’ın zulümleri yüzünden bu havalinin darmadağın olmasıdır. Bütün musibetler her tarafı sardı. Bu felaketi her taraf duydu…’

Habibü’s-Siyer adlı eserde de şunlar yazılıdır:

‘Cengiz Han, Merv şehrinde bir katliam yaptırdı. Seyit İzzeddin adında birisi Merv şehrindeki ölülerin sayılmasına memur edildi. Yanına birkaç katip de verildi. Ölülerin sayılması on altı gün devam etti; 300.000 ölü sayıldı. Bu, korkunç bir manzaraydı. Güzel kızlar ve çocuklar esir edildi. Diğer şehirlerde her askerine 25 kişi düşmek suretiyle taksim ederek halkı katlettirdi…’

1220 tarihinde Horasan Elleri, Cengiz Han’ın vahşetiyle kana boyanırken Süleyman Şah, 50.000 hane Türkmeni yanına alarak konak konak ilerlemek suretiyle Van Gölü civarındaki Ahlat şehrine geldi. Beraberinde 80.000 yiğit asker vardı. O zamanlar Ahlat’ta Türkler oturmaktaydı. Hükümdarları ‘Balaban Bey’ di. Bu durum Horasan’dan Anadolu’ya umumi bir göç idi.

Süleyman Şah, aşiretiyle beraber 25 Şubat 1221 tarihinde Ahlat’tan kalkarak Erzincan taraflarına doğru yola çıktı. Amasya’da birkaç gün kalarak bu bölgede bulunan Gürcüler ve diğer kavimlerle savaştı. Fakat bu ülkede büyük bir mera bulamadı.

O sıralarda Halep’te bulunan Eyyubî Devleti şubelerinden bir hükümdar, Haçlılarla çarpışmak üzere Süleyman Şah’ı Halep’e davet etti. Kayaalp oğlu Süleyman Şah, bütün ağırlıklarıyla ve oymaklarıyla beraber Amasya’dan yola çıktı. Elbistan taraflarından ilerliyordu. Nihayet önlerine Fırat Nehri çıktı. Bu nehrin geçitlerini bilmiyorlardı. Süleyman Şah atını Fırat Nehrinin akarsularına sürdü. Fakat atı bu coşkun suyun akıntısına mukavemet edemedi.

Süleyman Şah da ayağını üzengiden kurtaramadı. Sular Türk’ün atası Süleyman Şah’ı alıp gitti. Birkaç defa atıyla batıp çıktıysa da onu kurtaramadılar. Aşiret halkı feryada başladılar.

Süleyman Şah boğulmuştu. Askerler onun cesedini sudan çıkardılar. Onu, otağına koyarak, etrafında dokuz defa dönmek suretiyle gözyaşları içinde yas tutular. Bütün aşiret halkı, babasız kalan çocuklar gibi gurbet ellerinde mahzun kaldılar. Süleyman Şah’ın cesedini Raka kasabası civarında bulanan Caber Kalesi’nin önüne bir türbe yaparak oraya defnettiler.

Bu suretle Süleyman Şah, 10 Kasım 1228 tarihinde bu türbeye gömüldü. O zamanlar bu mezara ‘Türk Mezarı’ adını verdiler. Öldüğü zaman altmış yaşındaydı. Asıl adının Türkçe Sülemiş olması ihtimali çok kuvvetlidir. Süleyman Şah’ın mezarı, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti topraklarına verilmiştir.

Süleyman Şah’ın beklenilmeyen bu ölümü karşısında Kayı’lar şaşırıp kaldılar. Kubur adlı bir su başında konakladılar. Oğulları arasında bir anlaşmazlık çıktı. Dört oğlundan Sungur tekin, Gündoğdu; Horasan iline gitmeye karar verip o tarafa gittiler. Diğer oğullarından Dündar ve Ertuğrul ise dört yüz kırk dört hane halkını alarak Erzurum civarındaki Pasinler ovasındaki Sürmeliçukur’a giderek yaylak kurdular. Bir müddet sonra da Ankara’ya gelerek Karacadağ’a yerleştiler. Arkasından Ertuğrul Gazi, Anadolu Selçuklu Sultanı tarafından Söğüt’e Uçbeyi tayin olundu. Onun oğlu Osman Bey de Osmanlı Devletini kurdu.

Oğuzların, atalarımız olan Kayihanîler aşiretini Anadolu’ya getirip yerleştiren Süleyman Şahtır.
  
Süleyman Şah’a acil koruma
Zaman 15.04.2005

Cumhurbaşkanı Sezer’in Suriye lideri Esad’la görüşmesinde Süleyman Şah Türbesi’nin durumunun da gündeme geldiği öğrenildi.

Türkiye’nin başka bir ülkedeki tek Türk toprağı olan türbe daha önce Teşrin Barajı suları altında kalmış ve başka bir yere taşınmıştı. Şimdi aynı barajın sularından etkilenmeye başlayan türbenin etrafının çevrilerek türbe yerinin tahkimi konusunda mutabakata varılmıştı. Sezer, Esad’la görüşmesinde konuyu gündeme getirerek Türkiye’nin sunduğu projenin onayının hızlandırılması ricasında bulundu ve Suriye liderinden bu konuda söz aldı. Lozan Antlaşması ile Türkiye’nin kazanımlarından biri olan türbe çevresinde yıllardır bir Türk karakolu bulunuyor ve Türkiye’den gelen askerler burada nöbet tutuyor.

kaynak  http://www.bilgicik.com/

Süleyman Şah 2

Ertuğrul Gazi’nin Babası Süleyman Şah mı? Gündüz Alp mi?

Ertuğrul Gazi (ö. 1281-82)’nin biyografisiyle ilgili ilk bilgiler, ölümünden yaklaşık 100-150 yıl sonra 15. yüzyılda kaleme alınan Osmanlı kroniklerinde yer almaktadır. Söz konusu kaynaklar, Oğuzlar’ın Kayı boyuna mensup olarak zikrettikleri Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin babasının adını Ertuğrul olarak verirler. Ertuğrul Gazi’nin annesi günümüzde Domaniç’te medfûn olan Hayme Ana(Haymana)’dır. Ertuğrul’un kardeşleri Sungur Tekin, Gün Doğdu ve Dündar’dır. Ertuğrul Bey’in Halime Hatun’la evliliklerinden olan oğulları ise,  Saru Yatı(Savcı), Gündüz Alp ve Osman Bey’lerdir.
Kayılara mensup Ertuğrul Gazi’nin atalarının ise, 9. asırdan itibaren Selçuklularla birlikte Ceyhun nehrini geçerek İran’a geldikleri kabul edilmektedir. Horasan bölgesinde Merv ve Mahan’a yerleşen Kayılar Moğol saldırıları sebebiyle Azerbaycan’a ve Doğu Anadolu’da Ahlat bölgesine yerleşmişlerdir. Buradan Anadolu’ya yapılan akınlara iştirak etmişlerdir. Daha sonra Ahlat emirlerine bağlanarak Gürcüler’e ve Trabzon Rum İmparatorluğu’na karşı savaşmışlardır. 13. yüzyıl başlarında Ahlat’ın Eyyubiler’e geçmesi ve akabinde Moğol istilası sebebiyle Mardin’e gelerek kendileri gibi Kayı boyuna mensup Artukoğulları’na bağlanmışlardır.
Burada bir süre kalan Gündüz Alp ve ona tabi Türkmenler, Moğollar’ın Mardin ve çevresini istila etmesi sonucu Anadolu içlerine göç etmişler ve Erzurum yakınlarındaki Pasinler ovasına yerleşmişlerdir. Gündüz Alp’in burada 1228 yılında vefat etmesi üzerine aşiretin başına Ertuğrul Gazi geçmiştir. Moğol saldırılarının bu bölgede de şiddetlenmesiyle Sungur Tegin ve Gündoğdu Ahlat’a geri dönmüşler, Ertuğrul Gazi ve kardeşi Dündar Bey ise batıya doğru hareket ettikleri sırada bir Moğol birliğiyle savaşan Selçuklu ordusuna yardım ederek savaşın kazanılmasında önemli rol oynamışlardır. Savaştan sonra Alaaddin Keykubad, Ertuğrul Gazi’ye hilat giydirmiş ve Ankara yakınlarındaki Karacadağ ve çevresini ikta olarak vermiştir.(1230)
Burada bir süre kaldıktan sonra oğlu Savcı(Saru Yatı)’yı Sultan’a gönderen Ertuğrul Gazi, yeni yurt isteğinde bulunmuştur. Ardından Söğüt’e gelerek Bizans kasaba ve köylerine akınlarda bulunmuştur. Alaaddin Keykubad’ın 1231’de İznik Rum İmparatorluğu’yla Eskişehir yakınlarındaki Ermeniderbendi’nde yaptığı savaşa da iştirak ederek savaşın kazanılmasında etkili olan Ertuğrul Gazi’ye Eskişehir ve çevresi verilmiştir. 1231’de Karacahisar’ı ve daha sonra Söğüt’ü ele geçiren Ertuğrul Gazi’ye bu bölge yurtluk olarak verilmiştir.

Ertuğrul Gazi ve Babası


Buraya kadar genellikle ittifak halinde olan kroniklerin, Ertuğrul Gazi’nin babası hususunda ikiye ayrıldıkları görülür. Osmanlı erken dönem kaynaklarından olan Ahmedî(ö. 1412), Karamanî Mehmed Paşa(ö. 1481), Enverî(ö. 16. yüzyıl) ve Ruhî(ö. 1522) Ertuğrul Gazi’nin babasını Gök Alp’in oğlu Gündüz Alp olarak verir. Aşıkpaşazâde(ö. 1484), Oruç Bey(ö. 16. yüzyıl) ve Neşrî(ö. 1520) ise  Ertuğrul’un babasını Kaya Alp’in oğlu Süleyman Şah olarak verir. Şükrullah(ö. 1488), İdris-i Bitlisî(ö. 1520), Kemalpaşazâde(ö. 1536), Lütfi Paşa(ö. 1541), Hoca Sadeddin(ö. 1599) ve Gelibolulu Mustafa Âlî(ö. 1600) de bu rivayeti kabul ederler.
İşte bu noktada tartışılan kişi de Süleyman Şah’tır. Fırat nehrini geçip Diyarbakır’a gitmek isterken atının ayağının batması sonucu boğulduğuna inanılan ve Caber Kalesi eteklerine defnedilerek Mezar-ı Türk olarak bilinen bu türbede yatan Süleyman Şah, Osmanlılar’ın atası mıdır? Değil midir? Aşıkpaşazâde ve Neşrî Tarihi’nde Kayıların Moğol istilası sebebiyle asıl memleketleri Mahan’a dönmek istedikleri bir sırada gerçekleşen olayla ilgili rivayet şöyledir: “Süleyman Şah, aşiretiyle birlikte vatanı aslîsine yönelip, Halep diyarından gitmek isteyip, Caber Kalesi yanına geldi. Orada Fırat ırmağından geçmek istedi. Atını suya sürdü. Suda çukur/yar olduğu için at sürçüp Süleyman Şah suya düşünce burada vefat etti.  Caber kalesi altında defn ettiler. Şimdilerde buraya Mezarı Türk derler.”
Kaynaklarda ismi geçen Süleyman Şah’ın 1075’te İznik’te Türkiye Selçukluları’nı kurduğu bilinen ve Halep yakınlarında Tutuş(Alparslan’ın oğlu ve Suriye Meliki)’la 1086’da yaptığı Ayn Saylam Savaşı sonrasında vefat eden Kutalmışoğlu Süleyman Şah olması kronolojik olarak mümkün değildir. Nitekim 1181’lerde doğduğu kabul edilen Ertuğrul Gazi ile aralarında 100 yıl olup bir baba-oğul ilişkisinden bahsetmek mümkün değildir. Süleyman Şah’la ilgili bu hikaye tarihî hadiselere de mutabık değildir. Çünkü söz konusu kaynaklarda Süleyman Şah’ın babası Kutalmış olarak değil de Kaya Alp olarak verilmektedir. Dolayısıyla burada adı geçen Süleyman Şah’ın, Türkiye Selçuklularının  kurucusu olması tarihsel verilere uygun değildir.
Bu noktada Süleyman Şah’la ilgili bir başka yaklaşım ise Caber kalesinde yatan kişinin Kutalmışoğlu Süleyman Şah olamayacağı şeklindedir. Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın mezarı Halep kapısında olup, Rakka şehrindeki Caber kalesinde olması düşünülemez. Ayrıca Caber kalesi Süleyman Şah’ın ölümünden sonra Melik Şah tarafından alınmış olup Haleb kapısında yatan Süleyman Şah’ın oraya nakledilmesi için de ne bir delil ve ne de bir sebep vardır. Osmanlı kroniklerinde nehri geçerken boğulduğuna inanılan şahıs ise aslında I. Kılıçarslan olup 1107’de Habur nehrini geçerken boğulmuştur.
Nitekim Haçlılara karşı başarılarından dolayı kendine güveni artan Kılıç Arslan, 1107’de Musul’u ele geçirmiş, Musul’a bir dizdar atayıp Habur’a yönelmiştir. Ancak burada yerinden ettiği Musul Emiri Cavalı/Çavlı ile Halep Emiri Rıdvan’ın birlikleriyle karşılaşmıştır. Savaşın başlarında harikulade bir cesaret gösteren Kılıç Arslan, savaşın aleyhine seyretmesiyle atıyla Habur nehrine atlamış ve yüzmeye başlamıştır.  Bar Hebraeus’a göre, “Kendisi ve atı zırhlı oldukları ve arkasından gelenler de ona ok attıkları için atı boğuldu ve o da atı ile birlikte aynı akıbete uğradı. Birkaç gün sonra cesedi nehrin kıyısına vurdu ve Kılıç Arslan Damşan adlı köye gömüldü.” İşte muhtemelen Süleyman Şah’ın Halep önlerinde ölümüyle, oğlu I. Kılıç Arslan’ın Habur nehrinde boğularak ölümü sözlü tarihte birleştirilmiş ve bu rivayet Osmanlı tarihçilerinin bir kısmı tarafından ‘Süleyman Şah’ın suda boğularak ölümü’ne’ dönüştürülmüş ve Habur nehri de Fırat nehrine dönüşerek günümüze intikal etmiştir.
Peki bu rivayet karışıklığının sebebi nerede aranmalıdır? İnalcık’a göre, 1380’lerde Osmanlı’yı küçümseme amacıyla Kadı Burhaneddin, kayıg boyu kelimesinden hareketle Osman Gazi’nin bir kayıkçı oğlu olduğunu iddia etmiş, Timur da bir mektubunda Yıldırım Bayezid’e “bir kayıkçı Türkmen soyundan gelmişsin” diye hakaret etmek istemiştir. Dolayısıyla Osmanlı hanedanının soyu Timur’dan sonra oğlu Şahruh zamanında bir diplomatik tartışma konusu olmuştur. Fetret devri sonrasında Şahruh’a tabilik ve özellikle Selçuklu sultanlarının eski payitahtı Konya’ya yerleşerek kendilerini Türkiye Selçukluları’nın varisi ve diğer uc beylerinin hâmisi sayan Karamanoğulları’na karşı Selçuklu sultanlarının varisi olma iddiasıyla Ertuğrul’un babası Süleyman Şah rivayeti dillendirilmiştir.
Feridun Emecen’e göre de Kutalmışoğlu Süleyman Şah’la ilgili rivayetlerin ön plana çıkarılması Osmanlıların, Türkiye Selçuklularının varisi olduğunu ispatlama gayretlerinden ibarettir. Neşri’de de geçen, “cedd-i Osman Süleyman Şah dahi tevatürdür.”  ifadeleri de bu rivayetin asılsız olduğunu ortaya koymaktadır. Emecen’e göre Osmanlı tarihlerindeki nehri geçerken boğulma rivayeti ise Süleyman Şah’a değil, oğlu I. Kılıçarslan’ın Habur Irmağı’nda boğulmasına uygundur. İşte Süleyman Şah ve oğlu Kılıçarslan’a ait bu sözlü kültür Osmanlı’ya intikal ederken bir takım Osmanlı tarihçileri tarafından Süleyman Şah, Osmanlı’nın atası olarak görülmüştür.
Konuyla ilgili kaynakların şahitliğini yetersiz gören Osman Turan’a göre de, bu rivayetlerin Kutalmışoğullarının bu havalide geçirdikleri mücadeleler esnasında onlarla birlikte Kayı boyundan olan ve Kutalmışoğlu Süleyman Şah’la karışan bir başka şahsın burada medfun(gömülü) bulunması ile alakalı olması ihtimali de vardır. Osmanlı son devir tarihçilerinden Necib Asım ve Mehmed Arif’in Osmanlı Tarihi’nde Kaya Alp’in oğlu olarak zikredilen Süleyman Şah’ın ölüm tarihi 1228 olarak vermeleri de ikinci bir Süleyman Şah’ın varlığını tartışmaya açmaktadır. Nitekim bu bilgi tarihsel kronolojiye de uygun olup, 13. yüzyıl başlarında vefat eden başka bir Süleyman Şah iddiasını ihtiyat kaydı şartıyla akla getirmektedir. Dolayısıyla, “Süleyman Şah, Osman Gazi’nin dedesi, Ertuğrul Gazi’nin de babasıdır.” şeklindeki inanç bir başka Süleyman Şah’la ilgili olabilir. Bu noktada son dönemin popüler dizilerinden biri olan Diriliş filminde de Ertuğrul Gazi’nin babası olarak gösterilen Süleyman Şah karakteriyle ilgili olarak hiçbir tarihî altyapısı ve kaynağı yoktur denilemez.
Sonuç
Son tahlilde, kuruluş devriyle ilgili kaynakların ilk elden kaynaklar olmayıp geç devre ait olmaları, rivayet farklılıklarının da bu süreçte artması gibi sebeplerden dolayı Osmanlıların kökeni, Anadolu’ya gelişleri gibi muhtelif konularla birlikte Ertuğrul Bey’in gerçek hal tercümesinin ortaya konulmasını zorlaştırmaktadır. Ertuğrul Gazi’nin babasının Süleyman Şah olduğu şeklindeki anlayış Osmanlı şifahî/sözlü kültüründe yayılan bir rivayete dayanmakta olup, son dönem tarihçilerinin kabul ettiği genel görüş ise, Osmanlı sultanları silsilesinde Gündüz Alp’i en üste yerleştirmek gerektiği şeklindedir. Yine Gündüz Alp’in Ertuğrul Gazi’nin babası olduğunu kaydeden eserlerin pek çoğunun, Süleyman Şah olduğunu kaydeden eserlerden daha önce kaleme alınmış olması da bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Uzunçarşılı da, Françes gibi Bizans kaynaklarını delil göstererek Gündüz Alp rivayetinin tercihe şayan olduğunu ifade eder. Ertuğrul Gazi’nin büyük oğlunun adının Gündüz olması da bu nazariyeyi kuvvetlendirmektedir.
Osman Gazi’nin hutbe okutturup sikke kestirdiği şeklindeki rivayet ve bu bağlamda Osman Gazi’ye aidiyeti kabul edilen bir sikkenin de varlığı -ki bu sikkede Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Alp yani Gündüz Alp oğlu Ertuğrul oğlu Osman yazılıdır- Ertuğrul’un babasının Gündüz Alp olduğu görüşünü desteklemektedir. Adı geçen Gündüz Alp’in kabri ise Ankara Beypazarı’na bağlı Hırkatepe köyündedir.

C:\Users\Ali Kozan\Desktop\osman bey.jpg
C:\Users\Ali Kozan\Desktop\tarih3.jpg

İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan ve İbrahim Artuk tarafından Osman Gazi’ye ait olduğu kabul edilen sikkede Ertuğrul’un babasının Gündüz Alp olduğu görülmektedir.

kaynak http://www.beyaztarih.com/

Süleyman Şah

Süleyman Şah veya Süleyman Şah bin Kaya Alp (d. 1178? - ö. 1227; Fırat),Kaya Alp'in oğlu, Ertuğrul Gazi'nin babası, Osman Gazi'nin dedesidir. Oğuzların Kayı boyundandır. Doğum yeri ve tarihi hakkında kesin bilgiler olmadığı gibi 12. yüzyılın sonlarında doğduğu ve Kayı boyunun reisi olduğu bilinir. Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın Orta Asya’daki istilâsı üzerine, 13. Yüzyılda Türkistan’dan batıya doğru göç etmeye karar vermiştir. Türkistan'dan 50.000 kişiyle Kuzey Kafkasya üzerinden Doğu Anadolu'ya gelerek, 1214'te Erzincan ve Ahlat taraflarına yerleşti. Aynı boya mensup bazı aşiretler de Diyarbakır,Mardin ve Urfa'ya yerleştiler. 1225-1226 arası da Haçlı Kalesi'nin fethi onun devrinde gerçekleşti.
Ölümü ve mezarı
Süleyman Şah'ın Kayı boyu'ndan birkaç bey ile Caber'e giderken Fırat Nehri'nde boğulduğu iddia edilip, Melikşah'ın kardeşiI. Tutuş'un ordularıyla Halep yakınlarında yaptığı savaşta öldüğü düşünülür. Ölümünden sonra Caber Kalesi'nin Fırat nehri hizasındaki kuzeyde (Türkiye'ye kuş uçuşu 30 km kadar güneyde) bir kümbete defnedildi. Mezarın bulunduğu bölge, I. Dünya Savaşı sonrasında Suriye Osmanlı Devletinden ayrılınca, Fransız Suriye Mandası sınırları içerisinde kalmıştır. Ancak Ankara Anlaşması ve Lozan Antlaşması'na göre Türkiye'nin toprağı sayılmıştır.
21 Şubat 2015 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından Suriye'deki iç savaş öne sürülerek gerçekleştirilen operasyon neticesinde türbe geçici süreliğine Türkiye sınırına 180 metre mesafedeki Eşme köyüne taşınmıştır.
Oğulları

Süleyman Şah'ın Sungur Tekin, Gündoğdu, Ertuğrul Bey ve Dündar Bey adında dört oğlu vardı. Sungur Tekin ve Gündoğdu, kabileleriyle birlikte eski yurtlarına döndü. Dündar Bey ve Ertuğrul Gazi, 400 çadırlık aile efradıyla beraber yeni bir yurt aramak için Pasinler Ovası ile Sürmeliçukur yöresine gittiler


Türkiye Selçuklularının Yükselişi ve Devletin Kurumsallaşması

Türkiye Selçukluları

1071 yılında Bizanslılara karşı kazanılan Malazgirt zaferinin ardından Anadolu içlerine yapılan akınlarda bir çok Türk devleti kuruldu. Selçuklu hanedanından gelen Türkiye (Anadolu) Selçuklu Devleti bunlar içerisinde en önemlisi olarak 200 yılı aşkın süre hüküm sürmüştür. Prof. Dr. Mehmet Ersan, Osmanlı Devleti öncesi aynı coğrafyada hüküm süren Türkiye Selçuklularını 3 makaleden oluşan yazı dizisiyle anlatıyor. Bu makalede serinin ikincisi olarak Türkiye Selçuklu Devleti'nin kurumsallaşması ve yükseliş meselesi ele alınmaktadır.
BEYAZ TARİH \ MAKALE

Yükseliş Süreci


1071 yılında elde edilen Malazgirt zaferinin üzerinden henüz on yıl bile geçmeden Kutalmışoğlu Süleymanşah Kuzey Batı Anadolu’nun çok büyük bir bölümüne hâkim olmuş ve Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurup kısa süre içinde Bizans İmparatorluğu’nun iç işlerine müdahale edebilecek düzeyde bir askerî ve siyasî güç elde etmişti. Fakat önce onun Büyük Selçuklulara karşı giriştiği hâkimiyet mücadeleleri esnasında hayatını kaybetmesi, ardından da I. Haçlı Seferi’nin yarattığı olumsuz koşullar, Türkiye Selçuklularının siyasî anlamda bir krize girmelerine neden oldu. Hâkimiyet yıllarının önemli bir kısmını Haçlılarla mücadeleye harcayan ve Mateos’un, ölümü vesilesiyle kendisinden söz ederken, “Hıristiyanlar onun için büyük matem tuttular. Çünkü o her bakımdan çok iyi ve tatlı bir zattı” diye hayıflandığı I. Kılıçarslan tarafından devlet yeniden toparlansa da, Büyük Selçuklular karşısında bir türlü etkili olunamaması, Türkiye Selçuklularını yeniden yıkımın eşiğine getirdi. Fakat bu durum uzun sürmedi. Kılıçarslan’ın ardından hükümdar olan Şahinşah’ın dönemi, Türkiye Selçukluları açısından yeni bir yükseliş devrinin ateşleyicisi olacaktı. 
Sultan Kılıçarslan’ın ölümünü fırsat bilerek Selçuklulara karşı saldırıya geçen ve Anna Komnena’nın kayıtlarına bakılırsa “yeni doğmuş çocukları bile kaynar su kazanlarına atmaktan” bile çekinmeyecek düzeyde bir vahşet sergileyen Bizanslılara karşı kararlı bir direniş refleksi ortaya koyan Şahinşah zamanında Türkiye Selçukluları, kendilerini bölgesel bir güç haline getirecek olan sürecin tohumlarını attılar. Nitekim kayınpederi Danişmendli Emir Gazi’nin desteğiyle kardeşi Şahinşah’ı alaşağı eden ve ilk dönemlerinde kayınpederinin gözle görülür etkisi altında olan İzzeddîn Mesud’un dönemi, Türkiye Selçuklularını zirveye çıkaracak olan yolun taşlarının da döşendiği bir devir olarak tarihe geçti.
Hâkimiyetinin ilk dönemlerinde kayınpederinin güdümünde olsa da onun 1134 yılında vefat etmesinden sonra devlet üzerindeki Danişmendli sultasını kıran Sultan Mesud, kıvrak zekâsı ve siyasî pragmatizmi ile devleti ayağa kaldırmayı başarmış, Türkiye Selçuklularını güçlü bir devlet haline getirmişti. Zaman zaman ittifak edip zaman zaman mücadele ederek denge politikası takip ettiği Bizans İmparatorluğu’na karşı güçlü bir siyasî tavır benimsemiş, aldığı askerî ve siyasî tedbirlerle İmparator’un Türkleri Anadolu’dan sürme planlarından nihaî olarak vazgeçmesine giden süreçte önemli adımlar atmıştı. Ortaya koyduğu idare anlayışı ile tebaasını memnun ediyor, Müslim ve gayrimüslim herkesin gönlünü kazanıyordu. Örneğin onun döneminde Beyşehir gölündeki adalarda Selçuklulara bağlı olarak yaşayan Hıristiyanlar, Sultan’ın idaresinden memnun oldukları için,  bütün vaat ve çağrılarına rağmen Bizans İmparatoru II. Ioannes’in yanında yer almadılar. Hatta “bunlar akıllarını yitirmişçesine davrandılar: İmparatora küfürler savurdular. İmparatora açıkça karşı koydular”. Mesud döneminde Türkiye Selçukluları II. Haçlı Seferi’nin önünde bir set oluşturmuş, 1147 yılında Anadolu’ya yönelen Haçlı ordularını perişan ederek İslâm dünyasında meydana gelmesi muhtemel büyük bir yıkımın önüne geçmişlerdi. Selçukluların bu büyük başarısı ile Anadolu’nun artık “Romania” değil, “Türkiye” olduğu da tescil edilmişti.   
Kendisini “Türk, Ermeni ve Süryânîlerin büyük sultanı” veya “Rum, Ermeni, Frenk ve Şam memleketlerinin büyük sultanı” şeklinde tanımlayan II. Kılıçarslan’ın hâkimiyet dönemi (1155-1192), Türkiye Selçuklularının dış politika anlamında ciddî tehlikelere maruz kaldığı ve egemenlik mücadelesi verdiği bir dönem oldu. Başta Danişmendliler olmak üzere, Bizans’ın desteğini alan bölgedeki Müslüman-Türk siyasî teşekküller, kendilerine karşı bir ittifak tesis ettikleri Selçuklulara karşı Anadolu’da bir varlık sahası elde etmeye çalışıyorlardı. Fakat Sultan siyasî zekâsı ile devleti açısından tehdit oluşturabilecek olan bu durumun önüne geçmeyi başardı. Önce İstanbul’a giderek İmparator’un kendisine karşı birlik oluşturan Müslüman hükümdarlar ittifakından el çekmesini sağladı, ardından da bunları birer birer ortadan kaldırdı.
Sultan Kılıçarslan’ın kendisine karşı birlik oluşturan Türk ve Müslüman hükümetlerin hakkından gelerek kısa süre içerisinde Anadolu’da siyasî birliği tesis etme yolunda büyük adımlar atması İstanbul’u endişelendirmişti. Selçuklu karşıtı ittifaktan çekilerek müttefiklerin zayıflamasına sebebiyet vermekle kendi siyasî tutumu açısından nasıl bir hata yaptığını fark eden İmparator, Bizans tarihinin gördüğü en büyük ordulardan birini hazırlayarak harekete geçti. Tabir yerindeyse kendi eliyle Anadolu’yu kendilerine ikram ettiği Selçuklu Türklerinin hakkından gelecek, onları yarımadadan sürerek bölgeyi yeniden Bizans egemenliğinin altına sokacaktı. Planı buydu. Fakat işler planlandığı gibi gitmedi ve Selçuklular kalabalık Bizans ordusunu 1176 yılında Myriokephalon’da ağır bir bozguna uğrattılar. Tarihlerin, Malazgirt zaferinin ardından Selçukluların Bizans İmparatorluğu karşısında elde ettiği en büyük başarı olduğunu kaydettiği bu galibiyet, Selçukluların, Anadolu’nun yerli unsuru olduğunu kesin bir biçimde tescil eden çok önemli bir kazanımdı. Bu zafer ile birlikte Anadolu’daki siyasî ibre bir daha değişmemek üzere Türklerin lehine dönmüş, Bizanslıların, Türklerin Anadolu’dan çıkarılmasına yönelik istekleri gerçekleşmesi imkânsız bir hayal haline gelmişti. Bu olağanüstü zaferin ardından Bizans İmparatorluğu Selçuklu Türkleri karşısında geri çekilecek ve onlar karşısındaki siyasî tutumunu mevcut topraklarını muhafaza etmeye çalışmak olarak yeniden oluşturacaktı.     
II. Kılıçarslan Bizanslılara karşı elde ettiği Myriokephalon zaferi ile Türkiye Selçuklu iktidarını oldukça güçlü bir zemine kavuşturmuş olsa da, onun 1186 yılında ülkenin idaresini kadim Türk geleneği çerçevesinde 11 oğlu arasında paylaştırması devletin çalkantılı dönemler geçireceği bir aşamaya sürüklenmesine neden oldu. Kılıçarslan’ın hâkimiyet döneminin son yıllarına karşılık gelen bu çalkantılı evreye rağmen, Kudüs’ü ele geçirmek maksadıyla tertip edilen III. Haçlı Seferi ordularına 1190 yılında ağır kayıplar verdirilmiş ve genel anlamıyla Kılıçarslan’ın dönemine rengini veren genişleme ve gelişme karakteri muhafaza edilebilmişti. 
Babalarının vefatında sonra tahta çıkan kardeşi I. Keyhüsrev’i alaşağı ederek Selçuklu sultanı olan II. Süleymanşah’ın hâkimiyet dönemi, adeta Kılıçarslan’ın attığı temeller üzerine yükselen duvara yeni tuğlaların eklendiği bir zaman dilimi oldu. Bu dönemde ülke içerisinde siyasî bütünlük tesis edilmiş, ülke sınırları Kılıçarslan dönemindeki sınırları aşmış ve bütün bunlardan daha da önemlisi, taht kavgalarının önüne geçilebilmesini temin edebilecek yeni bir sistem arayışına gidilerek ülke idaresinin şehzadeler arasında pay edilmesi geleneğine son verilmişti. 
Süleymanşah’tan sonra kısa süre henüz çok küçük olan oğlu III. Kılıçarslan’ın sultanlık ettiği Selçuklu iktidarı, ileri gelen devlet adamlarının Keyhüsrev’i ikinci kez tahta çıkarmaları ile yeni bir atılım sürecine girdi. 1207 yılında Antalya’yı fetheden Selçuklular, Akdeniz’de bir liman kentine sahip oldular ve bu şekilde büyük ticari imkânlardan faydalanmaya başladılar. Venedik ve Kıbrıs ile yapılan ticari anlaşmalar, Selçuklu ülkesinde zarara uğrayan tacirlerin zararlarını karşılamayı amaçlayan bir tür sigorta sisteminin kurulması ve Anadolu’nun da bir parçasını teşkil ettiği ticari güzergâhların hareketlenmesi, Türkiye Selçuklularının ekonomik anlamda büyük kazanımlar elde etmesini sağladı. Bununla birlikte kısa süre içerisinde önemli başarılar elde eden Keyhüsrev Selçuklu tahtında uzun süre kalmayacak, 1211 yılında, 1204’de İstanbul’un Latinler tarafından işgal edilmesinden sonra İznik’te bir hanedan tesis etmiş olan Laskarislere karşı giriştiği mücadelede şehit düşerek yerini Keykavus’a bırakacaktı. 
Sultanlık sancağını devralan I. Keykavus (1211-1220), Selçuklu iktidarını daha yüksek noktalara taşıdı. 1214 yılında Sinop’u fethederek Selçuklulara Karadeniz’e açılan yeni bir liman kazandıran Keykavus, kısa süren saltanatı esnasında önemli işler başarmakla birlikte, 1218’de gerçekleşen Haleb seferinin başarısızlığından sorumlu tuttuğu devlet adamlarını bir eve kapatıp yaktırarak öldürdükten kısa bir süre sonra kapıldığı vicdan azabının da etkisiyle hayatını kaybedecek ve yerine Alâeddîn Keykubad geçecekti. Moğol istilasının Anadolu’nun kapılarına dayandığı bir dönemde tahta çıkan Sultan Alâeddîn, siyasî zekâsı ile Selçukluların uzun denilebilecek bir süre daha kudretli olmanın nimetlerinden faydalanmayı sürdürmesini temin edecekse de, tahta çıktığı dönemin genel durumundan dolayı belki de başka bir zaman olsa yapabileceklerinin çok büyük bir kısmını yapmaya güç yetiremeyecekti.  
Türkiye Selçuklularına her anlamda en parlak dönemlerini yaşatan Alâeddîn Keykubad talihsiz bir hükümdardı. 1220 ve 1237 yılları arasında, yirmi yıla yakın bir dönem devleti büyük bir başarı ile yönetse de, iktidarının kökleşmesi ve egemenlik sahasının daha geniş bir alana yayılması gibi esas meselelerden ziyade, Selçuklu varlığı açısından hayatî bir tehdide dönüşen Moğol ilerleyişine karşı nasıl tedbir alınabileceği sorununa odaklanmak zorunda kalmıştı. Bütün enerjisini buna harcadı. Kapsamlı bir inşâ, imalat ve tadilat faaliyetine girişen Sultan, Konya, Sivas ve Kayseri gibi merkezlerin kale ve surlarını adeta yeniden bina ederken Erzincan, Amasya ve Malatya gibi birçok merkezin de saldırılara karşı berkitilmesini sağladı. Tüm bunlarla meşgul olurken belki de Akdeniz’in en güzel kalesi olan Kalonoros’u (Alaiye) da fethetmiş ve buradaki tersaneyi ikmal ederek bir donanma merkezine dönüştürmüştü. Bu sırada etki alanları daralmış olup manevra kabiliyetleri sınırlanan 24 devlet adamını kendisine karşı suikast hazırlığı içerisinde oldukları için etkisiz hale getirmiş, Ermenilerden gelebilecek tehditlerin önüne geçebilmek için Kilikya Ermeni Krallığı’nın hareket kabiliyetini budamış ve bu şekilde hem iç politikada hem de dış politikada güçlü ve otoriter bir tavır ortaya koymuştu.
Sultan Alâeddîn’in başarıları bu kadarla sınırlı değildi. Bir yandan ülkesinin doğu ve güneydoğusunda fetihler yapmak ve savunma tertibatı almak için birlikler görevlendirirken, diğer yandan da Kırım’a bir donanma sevk ederek Selçuklu egemenliğini denizaşırı bir ülkeye taşıma başarısını göstermişti. Fakat hükümdarın göz dolduran başarıları ve giderek artan gücü karşısında endişelenenler de vardı. Kendi şahsî çıkarlarını devletin bekâsının önünde tuttukları görülen bu gibi kimseler, Sultan Alâeddîn’e daha fazla tahammül edemediler. Mutlak iktidara sahip bir sultanın kendi şahsî çıkarları için tehdit olduğunu düşünen, giderek bütün etki ve etkinliklerini yitireceklerini gören bazı bencil devlet adamları tarafından organize edilen bir suikast ile zehirlen Sultan şehit edildi. Genç sayılabilecek bir yaşta katledilen Sultan Alâeddîn Keykubad’ın devri Türkiye Selçuklularının en parlak dönemi olmakla birlikte, aynı zamanda son parlak dönemiydi. Onun ölümünden sonra devlet bir daha toparlanamayacak, 1243 yılında Moğollar karşısında yaşanan Kösedağ bozgunundaki utanç verici hezimetin ardından da Türkiye Selçukluları son derece trajik bir çöküş sürecine sürüklenecekti.                   

Kurumsallaşma Süreci


Türkiye Selçuklu Devleti, ortaçağın Türk-İslâm siyaset anlayışı içerisinde ortaya çıkmış bir devlet olup Büyük Selçukluların siyasal ve sosyokültürel halefiydi. Dolayısıyla, Türkiye Selçuklu kurumsallaşmasının, aynı zamanda Büyük Selçuklu kurumsallaşmasını da etkileyen ve Samanîler, Gazneliler ve Abbâsîler gibi geleneksel İslâm devletleri tarafından temsil edilen kurumsallaşma eğilimine mensup olduğu söylenebilir. Türkiye Selçukluları, kuşkusuz erken dönemlerden itibaren coğrafi özellikleri ya da hâkimiyet sahaları açısından kendine özgü bazı uygulamalara sahip olmakla birlikte, devlet teşkilatında model olarak önemli ölçüde Büyük Selçukluları benimsemişlerdi. Öyle ki, Moğol istilasının sosyal, siyasal ve ekonomik anlamda Selçukluları felç ettiği ve devlet mekanizmasında birtakım farklılaşmalara neden olduğu geç dönemde bile Büyük Selçuklu etkisi Anadolu’da yaşamaya devam ediyordu.    
Selçukluların, Selçuk Bey’in torunu ve Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış’ın soyundan gelen kolunu temsil eden Türkiye Selçukluları tarafından kurulan devlet yapısının merkezî noktasında, tıpkı diğer Türk-İslâm devletlerinde olduğu gibi hükümdar bulunuyordu. Esasen Sultan I. Kılıçarslan döneminde sistematik bir yapıya bürünüp yaygın olarak kullanılmaya başlanmış olmakla birlikte, devletin kurucusu Süleymanşah’tan itibaren geleneksel hâkimiyet alametlerinin önemli bir kısmını da kullanan Türkiye Selçuklu hükümdarları “sultan” olarak anılıyor ve biliniyorlardı. Siyasî iktidarı uhdesinde bulunduran sultanın yanında, söz konusu iktidarın pratikteki uygulamasını icra edip idarî, askerî ve adlî işleri yürüten bürokratlar bulunuyor, böylece siyasî iktidar tavandan tabana doğru yayılıyordu. Hükümdarın etrafında örgütlenen yönetim mekanizması erken dönemlerde boy beylerinin etkisi altında olsa da, daha sonraki dönemlerde gulâm mekteplerinde yetiştirilen İranlı bürokratlar tarafından işletilecekti. Bunun yanında zaman içerisinde sultanlık makamı da her geçen gün daha güçlü, karmaşık ve gelişmiş bir hatta doğru ilerleyecek, Moğol istilasına kadar sistemli bir biçimde devam eden bu siyasal tekâmül, giderek daha fazla hâkimiyet alameti ile de desteklenen resmî bir protokol oluşmasına zemin hazırlayacaktı.   
Sultan Süleymanşah ile birlikte Anadolu’ya gelerek devletin kuruluş ve gelişimi esnasında belirleyici bir rol oynayan Türkmenler, erken dönemlerde devletin dayandığı en önemli unsuru teşkil etmekteydiler. Oğuz beyleri de üst yönetimde ağırlıklı idi. Fakat zaman içerisinde devletin kurumsallaşması ile bu ağırlık oranı değişmeye başladı. Ülke sınırlarının genişlemesi, yeni topraklarda hâkimiyet tesis edilmesi ve bu toprakların gerek asayişinin sağlanması gerek idarî ve malî idareleri ile ilgili gereksinim, eğitimli kadrolara ihtiyaç duyulması sonucunu doğurmuştu. Söz konusu ihtiyaç, devlet idaresine Türk olmayan unsurların da dâhil edilmesini gerekli kılmıştı. Yine yerleşikleşme ve yerleşik toplulukları kontrol altına alma gibi Türklerin esas itibarıyla yabancı oldukları sosyopolitik deneyimler, devletin bu anlamda da bir dönüşüme uğramasını zaruri hale getiriyordu. Daha önce Büyük Selçuklularda da yaşanmış olduğunu bildiğimiz idarî değişme sürecinin bu şekilde başlamış olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim devletin kurulmasından bir süre sonra eğitimli İranlıların Selçuklu devlet memurluklarında görülmeye başlanması ve özellikle Moğol istilası esnasında Anadolu’yu hedef alan göçler sonucunda Konya, Kayseri ve Sivas gibi önemli merkezlerde hatırı sayılı bir İranlı nüfusunun oluşması ve bunların zamanla devlet yönetiminde ağırlıklı bir konuma erişmeleri de bu durum ile yakından ilgilidir.
Türkiye Selçuklu bürokrasisinin sosyal anlamda çeşitlenmeye başlaması, bir yandan Selçuklu tebasının gayri-Türk ve gayri-Müslim unsurlarını yönetime dâhil ederek yönetimde çoğulculuğu temin etse de, diğer yandan Türklerin devlet kademelerinden uzaklaşması gibi bir sonucu doğurması açısından ilginç bir deneyimdi. Süleymanşah ile birlikte Anadolu’ya gelerek devlet kuran Türkmen beylerinin torunları, sistematik bir biçimde idarî kadrolardan uzaklaşmak zorunda kalıyorlardı. Bunun nedeni, her ne kadar “daha liyakatli” oldukları ya da işleri yürütecek eğitime sahip oldukları düşünülen Türk dışı unsurların sayıca artması olarak gösterilebilecekse de, esasında çok daha temel ve siyasal istikrar ile ilgili bir duruma işaret ediyordu. Devletin kurucusu olan Türkmenler, Selçuklu sultanına sadık olmakla birlikte, pek çok nedenden hareketle siyasî iradeye başkaldırma potansiyeline sahiptiler. Tahta geçmesi gerektiğine inandıkları bir şehzade ile hareket ederek merkezî hükümete isyan etmeye teşebbüs edebilir, sultanın düşmana karşı yürüttüğü bir siyaseti uygun bulmayarak itaatten çıkabilirlerdi. Bu açıdan değerlendirildiği zaman, onların, her şeylerini hükümdara borçlu olan farklı tebalara mensup (ve özellikle de gulam kökenli olan) diğer bürokratlara nazaran çok daha tehlikeli idiler. 
Türkiye Selçuklularının devlet kadrolarında yaşanan bu dönüşüm, sadece bürokrasi ile sınırlı kalmamıştı. II. Kılıçarslan döneminden itibaren, devletin kuruluş aşamasında ve erken dönemlerinde boy beylerinin liderliği altındaki Türkmenlerden meydana gelen ordu da söz konusu dönüşümden nasibini almıştı. Özellikle 1176 tarihinde meydana gelen Myriokephalon savaşı ve bu savaşı takip eden süreçte ortaya koydukları tutum dolayısıyla Türkmenler gözden düşmeye başlamış, Türkmenlerin dışında, gulâmlardan oluşan bir ordunun teşekkülüne gayret gösterilmişti. Bu şekilde tıpkı bürokraside olduğu gibi Türkiye Selçuklu ordusunda da çeşitlenme başlamış ve askerî teşkilat, gulâm ve iktâ birlikleri gibi daimî kuvvetler ile birlikte tabî hükümet kuvvetleri, ûc birlikleri, gönüllüler ve gerekli görülen durumlarda geçici olarak istihdam edilen ücretli askerlerin meydana getirdiği kara ordusu ile donanmadan meydana gelen yeni bir biçime kavuşmuştu. 
Sultanın şahsında tecessüm eden merkezden hareketle giderek genişleyen bir daire biçiminde piramit manzarası arz eden ve süreç içerisinde Türklerin etkinliklerini yitirerek yerlerini İranlı memurlara bırakmaya başladığını gördüğümüz idarî mekanizma, kuşkusuz bazı daire türü yapılardan meydana geliyordu. Devlet işlerinin görüşüldüğü ve karara bağlandığı merkez teşkilatı çerçevesinde ele alınması gereken bu yapılar; dîvân diye anılan ve belki de günümüz siyasetinde bakanlık denilince akla gelmekte olan şeyi karşılayan ve devamlı bir işbirliği içerisinde çalışan merkezlerdi. Ekonomik ve askerî konular başta olmak üzere, devlet idaresinin sorunsuz bir şekilde yürütülmesi için gerekli faaliyetleri yürüten bu merkezler (dîvânlar), Büyük Selçuklulardaki Dîvân-ı A’lâ’nın kurumsal karşılığı olup aynı isimle anılmasının yanında Dîvân-ı Saltanat ve Dîvân-ı Saray-ı Saltanat denilen büyük dîvâna bağlı olarak faaliyet gösterirlerdi. Bir tür bakanlar kurulu olarak nitelendirilmesi mümkün olan Dîvân-ı Saltanat, aralarındaki işbirliğini ve iş bölümünü organize ettiği diğer dîvânların denetimini yapar, sultan ile idare mekanizması arasındaki hayatî halkayı meydana getirirdi. Bir yandan sultandan devraldığı siyasal otoriteyi kurumlar arasında bölüştürür, diğer yandan da tebaanın sorunlarını idarî kurumlar üzerinden sultana taşırdı.

kaynak http://www.beyaztarih.com/