1071 yılında Bizanslılara karşı kazanılan Malazgirt zaferinin ardından Anadolu içlerine yapılan akınlarda bir çok Türk devleti kuruldu. Selçuklu hanedanından gelen Türkiye (Anadolu) Selçuklu Devleti bunlar içerisinde en önemlisi olarak 200 yılı aşkın süre hüküm sürmüştür. Prof. Dr. Mehmet Ersan, Osmanlı Devleti öncesi aynı coğrafyada hüküm süren Türkiye Selçuklularını 3 makaleden oluşan yazı dizisiyle anlatıyor. Bu makalede serinin ikincisi olarak Türkiye Selçuklu Devleti'nin kurumsallaşması ve yükseliş meselesi ele alınmaktadır.
BEYAZ TARİH \ MAKALE
Yükseliş Süreci
1071 yılında elde edilen Malazgirt zaferinin üzerinden henüz on yıl bile geçmeden Kutalmışoğlu Süleymanşah Kuzey Batı Anadolu’nun çok büyük bir bölümüne hâkim olmuş ve Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurup kısa süre içinde Bizans İmparatorluğu’nun iç işlerine müdahale edebilecek düzeyde bir askerî ve siyasî güç elde etmişti. Fakat önce onun Büyük Selçuklulara karşı giriştiği hâkimiyet mücadeleleri esnasında hayatını kaybetmesi, ardından da I. Haçlı Seferi’nin yarattığı olumsuz koşullar, Türkiye Selçuklularının siyasî anlamda bir krize girmelerine neden oldu. Hâkimiyet yıllarının önemli bir kısmını Haçlılarla mücadeleye harcayan ve Mateos’un, ölümü vesilesiyle kendisinden söz ederken, “Hıristiyanlar onun için büyük matem tuttular. Çünkü o her bakımdan çok iyi ve tatlı bir zattı” diye hayıflandığı I. Kılıçarslan tarafından devlet yeniden toparlansa da, Büyük Selçuklular karşısında bir türlü etkili olunamaması, Türkiye Selçuklularını yeniden yıkımın eşiğine getirdi. Fakat bu durum uzun sürmedi. Kılıçarslan’ın ardından hükümdar olan Şahinşah’ın dönemi, Türkiye Selçukluları açısından yeni bir yükseliş devrinin ateşleyicisi olacaktı.
Sultan Kılıçarslan’ın ölümünü fırsat bilerek Selçuklulara karşı saldırıya geçen ve Anna Komnena’nın kayıtlarına bakılırsa “yeni doğmuş çocukları bile kaynar su kazanlarına atmaktan” bile çekinmeyecek düzeyde bir vahşet sergileyen Bizanslılara karşı kararlı bir direniş refleksi ortaya koyan Şahinşah zamanında Türkiye Selçukluları, kendilerini bölgesel bir güç haline getirecek olan sürecin tohumlarını attılar. Nitekim kayınpederi Danişmendli Emir Gazi’nin desteğiyle kardeşi Şahinşah’ı alaşağı eden ve ilk dönemlerinde kayınpederinin gözle görülür etkisi altında olan İzzeddîn Mesud’un dönemi, Türkiye Selçuklularını zirveye çıkaracak olan yolun taşlarının da döşendiği bir devir olarak tarihe geçti.
Hâkimiyetinin ilk dönemlerinde kayınpederinin güdümünde olsa da onun 1134 yılında vefat etmesinden sonra devlet üzerindeki Danişmendli sultasını kıran Sultan Mesud, kıvrak zekâsı ve siyasî pragmatizmi ile devleti ayağa kaldırmayı başarmış, Türkiye Selçuklularını güçlü bir devlet haline getirmişti. Zaman zaman ittifak edip zaman zaman mücadele ederek denge politikası takip ettiği Bizans İmparatorluğu’na karşı güçlü bir siyasî tavır benimsemiş, aldığı askerî ve siyasî tedbirlerle İmparator’un Türkleri Anadolu’dan sürme planlarından nihaî olarak vazgeçmesine giden süreçte önemli adımlar atmıştı. Ortaya koyduğu idare anlayışı ile tebaasını memnun ediyor, Müslim ve gayrimüslim herkesin gönlünü kazanıyordu. Örneğin onun döneminde Beyşehir gölündeki adalarda Selçuklulara bağlı olarak yaşayan Hıristiyanlar, Sultan’ın idaresinden memnun oldukları için, bütün vaat ve çağrılarına rağmen Bizans İmparatoru II. Ioannes’in yanında yer almadılar. Hatta “bunlar akıllarını yitirmişçesine davrandılar: İmparatora küfürler savurdular. İmparatora açıkça karşı koydular”. Mesud döneminde Türkiye Selçukluları II. Haçlı Seferi’nin önünde bir set oluşturmuş, 1147 yılında Anadolu’ya yönelen Haçlı ordularını perişan ederek İslâm dünyasında meydana gelmesi muhtemel büyük bir yıkımın önüne geçmişlerdi. Selçukluların bu büyük başarısı ile Anadolu’nun artık “Romania” değil, “Türkiye” olduğu da tescil edilmişti.
Kendisini “Türk, Ermeni ve Süryânîlerin büyük sultanı” veya “Rum, Ermeni, Frenk ve Şam memleketlerinin büyük sultanı” şeklinde tanımlayan II. Kılıçarslan’ın hâkimiyet dönemi (1155-1192), Türkiye Selçuklularının dış politika anlamında ciddî tehlikelere maruz kaldığı ve egemenlik mücadelesi verdiği bir dönem oldu. Başta Danişmendliler olmak üzere, Bizans’ın desteğini alan bölgedeki Müslüman-Türk siyasî teşekküller, kendilerine karşı bir ittifak tesis ettikleri Selçuklulara karşı Anadolu’da bir varlık sahası elde etmeye çalışıyorlardı. Fakat Sultan siyasî zekâsı ile devleti açısından tehdit oluşturabilecek olan bu durumun önüne geçmeyi başardı. Önce İstanbul’a giderek İmparator’un kendisine karşı birlik oluşturan Müslüman hükümdarlar ittifakından el çekmesini sağladı, ardından da bunları birer birer ortadan kaldırdı.
Sultan Kılıçarslan’ın kendisine karşı birlik oluşturan Türk ve Müslüman hükümetlerin hakkından gelerek kısa süre içerisinde Anadolu’da siyasî birliği tesis etme yolunda büyük adımlar atması İstanbul’u endişelendirmişti. Selçuklu karşıtı ittifaktan çekilerek müttefiklerin zayıflamasına sebebiyet vermekle kendi siyasî tutumu açısından nasıl bir hata yaptığını fark eden İmparator, Bizans tarihinin gördüğü en büyük ordulardan birini hazırlayarak harekete geçti. Tabir yerindeyse kendi eliyle Anadolu’yu kendilerine ikram ettiği Selçuklu Türklerinin hakkından gelecek, onları yarımadadan sürerek bölgeyi yeniden Bizans egemenliğinin altına sokacaktı. Planı buydu. Fakat işler planlandığı gibi gitmedi ve Selçuklular kalabalık Bizans ordusunu 1176 yılında Myriokephalon’da ağır bir bozguna uğrattılar. Tarihlerin, Malazgirt zaferinin ardından Selçukluların Bizans İmparatorluğu karşısında elde ettiği en büyük başarı olduğunu kaydettiği bu galibiyet, Selçukluların, Anadolu’nun yerli unsuru olduğunu kesin bir biçimde tescil eden çok önemli bir kazanımdı. Bu zafer ile birlikte Anadolu’daki siyasî ibre bir daha değişmemek üzere Türklerin lehine dönmüş, Bizanslıların, Türklerin Anadolu’dan çıkarılmasına yönelik istekleri gerçekleşmesi imkânsız bir hayal haline gelmişti. Bu olağanüstü zaferin ardından Bizans İmparatorluğu Selçuklu Türkleri karşısında geri çekilecek ve onlar karşısındaki siyasî tutumunu mevcut topraklarını muhafaza etmeye çalışmak olarak yeniden oluşturacaktı.
II. Kılıçarslan Bizanslılara karşı elde ettiği Myriokephalon zaferi ile Türkiye Selçuklu iktidarını oldukça güçlü bir zemine kavuşturmuş olsa da, onun 1186 yılında ülkenin idaresini kadim Türk geleneği çerçevesinde 11 oğlu arasında paylaştırması devletin çalkantılı dönemler geçireceği bir aşamaya sürüklenmesine neden oldu. Kılıçarslan’ın hâkimiyet döneminin son yıllarına karşılık gelen bu çalkantılı evreye rağmen, Kudüs’ü ele geçirmek maksadıyla tertip edilen III. Haçlı Seferi ordularına 1190 yılında ağır kayıplar verdirilmiş ve genel anlamıyla Kılıçarslan’ın dönemine rengini veren genişleme ve gelişme karakteri muhafaza edilebilmişti.
Babalarının vefatında sonra tahta çıkan kardeşi I. Keyhüsrev’i alaşağı ederek Selçuklu sultanı olan II. Süleymanşah’ın hâkimiyet dönemi, adeta Kılıçarslan’ın attığı temeller üzerine yükselen duvara yeni tuğlaların eklendiği bir zaman dilimi oldu. Bu dönemde ülke içerisinde siyasî bütünlük tesis edilmiş, ülke sınırları Kılıçarslan dönemindeki sınırları aşmış ve bütün bunlardan daha da önemlisi, taht kavgalarının önüne geçilebilmesini temin edebilecek yeni bir sistem arayışına gidilerek ülke idaresinin şehzadeler arasında pay edilmesi geleneğine son verilmişti.
Süleymanşah’tan sonra kısa süre henüz çok küçük olan oğlu III. Kılıçarslan’ın sultanlık ettiği Selçuklu iktidarı, ileri gelen devlet adamlarının Keyhüsrev’i ikinci kez tahta çıkarmaları ile yeni bir atılım sürecine girdi. 1207 yılında Antalya’yı fetheden Selçuklular, Akdeniz’de bir liman kentine sahip oldular ve bu şekilde büyük ticari imkânlardan faydalanmaya başladılar. Venedik ve Kıbrıs ile yapılan ticari anlaşmalar, Selçuklu ülkesinde zarara uğrayan tacirlerin zararlarını karşılamayı amaçlayan bir tür sigorta sisteminin kurulması ve Anadolu’nun da bir parçasını teşkil ettiği ticari güzergâhların hareketlenmesi, Türkiye Selçuklularının ekonomik anlamda büyük kazanımlar elde etmesini sağladı. Bununla birlikte kısa süre içerisinde önemli başarılar elde eden Keyhüsrev Selçuklu tahtında uzun süre kalmayacak, 1211 yılında, 1204’de İstanbul’un Latinler tarafından işgal edilmesinden sonra İznik’te bir hanedan tesis etmiş olan Laskarislere karşı giriştiği mücadelede şehit düşerek yerini Keykavus’a bırakacaktı.
Sultanlık sancağını devralan I. Keykavus (1211-1220), Selçuklu iktidarını daha yüksek noktalara taşıdı. 1214 yılında Sinop’u fethederek Selçuklulara Karadeniz’e açılan yeni bir liman kazandıran Keykavus, kısa süren saltanatı esnasında önemli işler başarmakla birlikte, 1218’de gerçekleşen Haleb seferinin başarısızlığından sorumlu tuttuğu devlet adamlarını bir eve kapatıp yaktırarak öldürdükten kısa bir süre sonra kapıldığı vicdan azabının da etkisiyle hayatını kaybedecek ve yerine Alâeddîn Keykubad geçecekti. Moğol istilasının Anadolu’nun kapılarına dayandığı bir dönemde tahta çıkan Sultan Alâeddîn, siyasî zekâsı ile Selçukluların uzun denilebilecek bir süre daha kudretli olmanın nimetlerinden faydalanmayı sürdürmesini temin edecekse de, tahta çıktığı dönemin genel durumundan dolayı belki de başka bir zaman olsa yapabileceklerinin çok büyük bir kısmını yapmaya güç yetiremeyecekti.
Türkiye Selçuklularına her anlamda en parlak dönemlerini yaşatan Alâeddîn Keykubad talihsiz bir hükümdardı. 1220 ve 1237 yılları arasında, yirmi yıla yakın bir dönem devleti büyük bir başarı ile yönetse de, iktidarının kökleşmesi ve egemenlik sahasının daha geniş bir alana yayılması gibi esas meselelerden ziyade, Selçuklu varlığı açısından hayatî bir tehdide dönüşen Moğol ilerleyişine karşı nasıl tedbir alınabileceği sorununa odaklanmak zorunda kalmıştı. Bütün enerjisini buna harcadı. Kapsamlı bir inşâ, imalat ve tadilat faaliyetine girişen Sultan, Konya, Sivas ve Kayseri gibi merkezlerin kale ve surlarını adeta yeniden bina ederken Erzincan, Amasya ve Malatya gibi birçok merkezin de saldırılara karşı berkitilmesini sağladı. Tüm bunlarla meşgul olurken belki de Akdeniz’in en güzel kalesi olan Kalonoros’u (Alaiye) da fethetmiş ve buradaki tersaneyi ikmal ederek bir donanma merkezine dönüştürmüştü. Bu sırada etki alanları daralmış olup manevra kabiliyetleri sınırlanan 24 devlet adamını kendisine karşı suikast hazırlığı içerisinde oldukları için etkisiz hale getirmiş, Ermenilerden gelebilecek tehditlerin önüne geçebilmek için Kilikya Ermeni Krallığı’nın hareket kabiliyetini budamış ve bu şekilde hem iç politikada hem de dış politikada güçlü ve otoriter bir tavır ortaya koymuştu.
Sultan Alâeddîn’in başarıları bu kadarla sınırlı değildi. Bir yandan ülkesinin doğu ve güneydoğusunda fetihler yapmak ve savunma tertibatı almak için birlikler görevlendirirken, diğer yandan da Kırım’a bir donanma sevk ederek Selçuklu egemenliğini denizaşırı bir ülkeye taşıma başarısını göstermişti. Fakat hükümdarın göz dolduran başarıları ve giderek artan gücü karşısında endişelenenler de vardı. Kendi şahsî çıkarlarını devletin bekâsının önünde tuttukları görülen bu gibi kimseler, Sultan Alâeddîn’e daha fazla tahammül edemediler. Mutlak iktidara sahip bir sultanın kendi şahsî çıkarları için tehdit olduğunu düşünen, giderek bütün etki ve etkinliklerini yitireceklerini gören bazı bencil devlet adamları tarafından organize edilen bir suikast ile zehirlen Sultan şehit edildi. Genç sayılabilecek bir yaşta katledilen Sultan Alâeddîn Keykubad’ın devri Türkiye Selçuklularının en parlak dönemi olmakla birlikte, aynı zamanda son parlak dönemiydi. Onun ölümünden sonra devlet bir daha toparlanamayacak, 1243 yılında Moğollar karşısında yaşanan Kösedağ bozgunundaki utanç verici hezimetin ardından da Türkiye Selçukluları son derece trajik bir çöküş sürecine sürüklenecekti.
Kurumsallaşma Süreci
Türkiye Selçuklu Devleti, ortaçağın Türk-İslâm siyaset anlayışı içerisinde ortaya çıkmış bir devlet olup Büyük Selçukluların siyasal ve sosyokültürel halefiydi. Dolayısıyla, Türkiye Selçuklu kurumsallaşmasının, aynı zamanda Büyük Selçuklu kurumsallaşmasını da etkileyen ve Samanîler, Gazneliler ve Abbâsîler gibi geleneksel İslâm devletleri tarafından temsil edilen kurumsallaşma eğilimine mensup olduğu söylenebilir. Türkiye Selçukluları, kuşkusuz erken dönemlerden itibaren coğrafi özellikleri ya da hâkimiyet sahaları açısından kendine özgü bazı uygulamalara sahip olmakla birlikte, devlet teşkilatında model olarak önemli ölçüde Büyük Selçukluları benimsemişlerdi. Öyle ki, Moğol istilasının sosyal, siyasal ve ekonomik anlamda Selçukluları felç ettiği ve devlet mekanizmasında birtakım farklılaşmalara neden olduğu geç dönemde bile Büyük Selçuklu etkisi Anadolu’da yaşamaya devam ediyordu.
Selçukluların, Selçuk Bey’in torunu ve Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış’ın soyundan gelen kolunu temsil eden Türkiye Selçukluları tarafından kurulan devlet yapısının merkezî noktasında, tıpkı diğer Türk-İslâm devletlerinde olduğu gibi hükümdar bulunuyordu. Esasen Sultan I. Kılıçarslan döneminde sistematik bir yapıya bürünüp yaygın olarak kullanılmaya başlanmış olmakla birlikte, devletin kurucusu Süleymanşah’tan itibaren geleneksel hâkimiyet alametlerinin önemli bir kısmını da kullanan Türkiye Selçuklu hükümdarları “sultan” olarak anılıyor ve biliniyorlardı. Siyasî iktidarı uhdesinde bulunduran sultanın yanında, söz konusu iktidarın pratikteki uygulamasını icra edip idarî, askerî ve adlî işleri yürüten bürokratlar bulunuyor, böylece siyasî iktidar tavandan tabana doğru yayılıyordu. Hükümdarın etrafında örgütlenen yönetim mekanizması erken dönemlerde boy beylerinin etkisi altında olsa da, daha sonraki dönemlerde gulâm mekteplerinde yetiştirilen İranlı bürokratlar tarafından işletilecekti. Bunun yanında zaman içerisinde sultanlık makamı da her geçen gün daha güçlü, karmaşık ve gelişmiş bir hatta doğru ilerleyecek, Moğol istilasına kadar sistemli bir biçimde devam eden bu siyasal tekâmül, giderek daha fazla hâkimiyet alameti ile de desteklenen resmî bir protokol oluşmasına zemin hazırlayacaktı.
Sultan Süleymanşah ile birlikte Anadolu’ya gelerek devletin kuruluş ve gelişimi esnasında belirleyici bir rol oynayan Türkmenler, erken dönemlerde devletin dayandığı en önemli unsuru teşkil etmekteydiler. Oğuz beyleri de üst yönetimde ağırlıklı idi. Fakat zaman içerisinde devletin kurumsallaşması ile bu ağırlık oranı değişmeye başladı. Ülke sınırlarının genişlemesi, yeni topraklarda hâkimiyet tesis edilmesi ve bu toprakların gerek asayişinin sağlanması gerek idarî ve malî idareleri ile ilgili gereksinim, eğitimli kadrolara ihtiyaç duyulması sonucunu doğurmuştu. Söz konusu ihtiyaç, devlet idaresine Türk olmayan unsurların da dâhil edilmesini gerekli kılmıştı. Yine yerleşikleşme ve yerleşik toplulukları kontrol altına alma gibi Türklerin esas itibarıyla yabancı oldukları sosyopolitik deneyimler, devletin bu anlamda da bir dönüşüme uğramasını zaruri hale getiriyordu. Daha önce Büyük Selçuklularda da yaşanmış olduğunu bildiğimiz idarî değişme sürecinin bu şekilde başlamış olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim devletin kurulmasından bir süre sonra eğitimli İranlıların Selçuklu devlet memurluklarında görülmeye başlanması ve özellikle Moğol istilası esnasında Anadolu’yu hedef alan göçler sonucunda Konya, Kayseri ve Sivas gibi önemli merkezlerde hatırı sayılı bir İranlı nüfusunun oluşması ve bunların zamanla devlet yönetiminde ağırlıklı bir konuma erişmeleri de bu durum ile yakından ilgilidir.
Türkiye Selçuklu bürokrasisinin sosyal anlamda çeşitlenmeye başlaması, bir yandan Selçuklu tebasının gayri-Türk ve gayri-Müslim unsurlarını yönetime dâhil ederek yönetimde çoğulculuğu temin etse de, diğer yandan Türklerin devlet kademelerinden uzaklaşması gibi bir sonucu doğurması açısından ilginç bir deneyimdi. Süleymanşah ile birlikte Anadolu’ya gelerek devlet kuran Türkmen beylerinin torunları, sistematik bir biçimde idarî kadrolardan uzaklaşmak zorunda kalıyorlardı. Bunun nedeni, her ne kadar “daha liyakatli” oldukları ya da işleri yürütecek eğitime sahip oldukları düşünülen Türk dışı unsurların sayıca artması olarak gösterilebilecekse de, esasında çok daha temel ve siyasal istikrar ile ilgili bir duruma işaret ediyordu. Devletin kurucusu olan Türkmenler, Selçuklu sultanına sadık olmakla birlikte, pek çok nedenden hareketle siyasî iradeye başkaldırma potansiyeline sahiptiler. Tahta geçmesi gerektiğine inandıkları bir şehzade ile hareket ederek merkezî hükümete isyan etmeye teşebbüs edebilir, sultanın düşmana karşı yürüttüğü bir siyaseti uygun bulmayarak itaatten çıkabilirlerdi. Bu açıdan değerlendirildiği zaman, onların, her şeylerini hükümdara borçlu olan farklı tebalara mensup (ve özellikle de gulam kökenli olan) diğer bürokratlara nazaran çok daha tehlikeli idiler.
Türkiye Selçuklularının devlet kadrolarında yaşanan bu dönüşüm, sadece bürokrasi ile sınırlı kalmamıştı. II. Kılıçarslan döneminden itibaren, devletin kuruluş aşamasında ve erken dönemlerinde boy beylerinin liderliği altındaki Türkmenlerden meydana gelen ordu da söz konusu dönüşümden nasibini almıştı. Özellikle 1176 tarihinde meydana gelen Myriokephalon savaşı ve bu savaşı takip eden süreçte ortaya koydukları tutum dolayısıyla Türkmenler gözden düşmeye başlamış, Türkmenlerin dışında, gulâmlardan oluşan bir ordunun teşekkülüne gayret gösterilmişti. Bu şekilde tıpkı bürokraside olduğu gibi Türkiye Selçuklu ordusunda da çeşitlenme başlamış ve askerî teşkilat, gulâm ve iktâ birlikleri gibi daimî kuvvetler ile birlikte tabî hükümet kuvvetleri, ûc birlikleri, gönüllüler ve gerekli görülen durumlarda geçici olarak istihdam edilen ücretli askerlerin meydana getirdiği kara ordusu ile donanmadan meydana gelen yeni bir biçime kavuşmuştu.
Sultanın şahsında tecessüm eden merkezden hareketle giderek genişleyen bir daire biçiminde piramit manzarası arz eden ve süreç içerisinde Türklerin etkinliklerini yitirerek yerlerini İranlı memurlara bırakmaya başladığını gördüğümüz idarî mekanizma, kuşkusuz bazı daire türü yapılardan meydana geliyordu. Devlet işlerinin görüşüldüğü ve karara bağlandığı merkez teşkilatı çerçevesinde ele alınması gereken bu yapılar; dîvân diye anılan ve belki de günümüz siyasetinde bakanlık denilince akla gelmekte olan şeyi karşılayan ve devamlı bir işbirliği içerisinde çalışan merkezlerdi. Ekonomik ve askerî konular başta olmak üzere, devlet idaresinin sorunsuz bir şekilde yürütülmesi için gerekli faaliyetleri yürüten bu merkezler (dîvânlar), Büyük Selçuklulardaki Dîvân-ı A’lâ’nın kurumsal karşılığı olup aynı isimle anılmasının yanında Dîvân-ı Saltanat ve Dîvân-ı Saray-ı Saltanat denilen büyük dîvâna bağlı olarak faaliyet gösterirlerdi. Bir tür bakanlar kurulu olarak nitelendirilmesi mümkün olan Dîvân-ı Saltanat, aralarındaki işbirliğini ve iş bölümünü organize ettiği diğer dîvânların denetimini yapar, sultan ile idare mekanizması arasındaki hayatî halkayı meydana getirirdi. Bir yandan sultandan devraldığı siyasal otoriteyi kurumlar arasında bölüştürür, diğer yandan da tebaanın sorunlarını idarî kurumlar üzerinden sultana taşırdı.
kaynak http://www.beyaztarih.com/
kaynak http://www.beyaztarih.com/